GEÇİM SIKINTISI – SANAT SEPET



Para, modern dünyanın tek söz sahibi. Varlığına yada yokluğuna göre insanların hayal güçlerini ya sınırlayan ya körükleyen motivasyon kaynağı. Şehir hayatı içinde yaş, ırk, cinsiyet gibi ayrımları; genç yaşlı, amir memur, komutan asker gibi bilinen bütün hiyerarşiyi ortadan kaldıran ve kendine göre yeniden düzenleyen güç sahibi. Üstelik güç arayan para sahiplerinin parayı harcamalarına da gerek yok. Paralarının olduğunun bilinmesi kâfi. Eğitim durumundan, ne iş yaptığından bağımsız olarak kişiyi başarılı yada başarısız kılan, insanların gözünde notunu anında düşüren yada yükselten kaldıraç. Aralarındaki en görünür fark para olmasa bile hiçbir iş yapmadan kira toplayarak geçinen bir madrabaz sadece bakışlarıyla bir profesörü çok rahat alaşağı edebiliyor.

Diğer yandan böyle olmasa dahi 21. Yüzyıl insanı olarak kişinin para ile mecburen kurduğu ilişki, kim olduğu ile ilgili olmasa bile nasıl bir insan olduğu ile ilgili çok önemli bilgiler veriyor. Ben bugüne kadar para ile olan ilişkim öğretilenlere hatta dayatılanlara göre düzenlemedim. Kendi tercihlerimi yaşadım yada öyle sandım.

Çocukluğum nasıl geçti, yoksul muyduk değil miydik bilmiyorum. Bazen ciddi yokluk çektiğimiz günler geliyor aklıma sonra bazen de aslında durumumuz iyiymiş diye düşünüyorum. Belki de bundan olacak, zenginlik ve yoksulluk ile ilgili oldukça farklı düşünceler geliştirdim. Benim gibi düşünen az insan buldum. Marx, “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler”, demiş. Belki de tam bu yüzden; yoksul muyduk değil miydik karar veremediğim için zenginlik ve yoksulluk bende herkesten farklı anlamlar kazanmıştır. Bilemiyorum.  

Sonra geçen zaman içinde, zenginmişim gibi davranmayı seçtim, hiç borçlanmadım, cebimdeki bütün parayı az yada çok fark etmez, hesapsızca harcadım. Zenginliğe böyle bir tanım getirdim, etrafıma bakarak; eğer borcum yoksa, yada hissettiğim şeye bakarak; paramı tamamen harcayıp bitirdiğim halde hiç üzülmemişsem zengin olmalıyım diye düşündüm.

İnsanların bildiği anlamıyla zengin olmayı hiç düşlemedim. Olanca tembelliğime rağmen hiç aylaklık etmedim, dolayısıyla çalıştığım zaman da para için çalışmadım. Çok kazanmak, bir arsa, eski bir ev sahibi olmak, sonra arsayı kat karşılığı müteahhitte vermek, evi kentsel dönüşüme sokup fazladan 1+1 daire çıkarmak, kaçak kat çıkıp imar affı beklemek, bölgenin emsal değeri (ne demekse?) artsın diye seçim zamanı vaat kovalamak. Bütün bu modern zaman şehirli erkek fantezilerinin hiçbiri aklımın ucuna bile gelmedi, gelseydi de sopayla kovalardım herhalde.

Günümüz evliliklerinde artık sadakatsizlikten değil ekonomik nedenlerle çatırdıyor. Bu konuda çok ama çok şanslı olduğumu kabul ediyorum. Yaklaşık 10 yıldır bunun için şükretmeden geçirdiğim gün yok sayılır.

Artık mecburen kabul ediyorum ki; İnsanın çocukluk-ergenlik-yetişkinlik, okullar-sınavlar-askerlik-evlilik, gibi bir de yoksulluk, herkes gibi olmak yada olmamak, geçim sıkıntısı çekmek yada çekmemek gibi para ile ilgili olan ve geçmesi gereken bir evresi mevcut.

Yıllar önce yazdığım bir yazıda “Hayat mücadelesi, kötü dünyada iyi kalmak” demiştim. Kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi bugün geldiğim durumda, hayallerimi satmak zorunda kaldım. Oysa bohem yaşayacaktım. Ömür boyu asla mülk sahibi olmayacak, küçük-çirkin, emektar arabama ölene kadar binecektim.

Hayallerini satan insanın muhakkak bir mazereti vardır, yoksa da bulur. Bulmak zorundadır. Geçmişte, gelirimden bağımsız olarak nasıl zenginmiş gibi yaşamış ve öyle hissetmişsem bundan sonra da gelirimden bağımsız olarak artık sürekli geçim sıkıntısı içinde olmayı kendi tercihim olarak yaşayacağım. Bu benim tercihim. Zalim ev sahiplerinin yada hükümet politikalarının bu tercihimde rolü olduğunu asla kabul etmiyorum, etmeyeceğim. Yine de bu durumda artık “Doktordan başkasına ev yok, altı ay kira peşin diye dayatan, kefil isterim diye tutturan, teklifsizce “Kaç çocuğunuz var?” diye sorabilen ev sahipleriyle anlaşma yolu aramamayı kendime lüks olarak seçmiş oluyorum.

Bu lükse (!) karşılık nelere katlanmayı göze alıyorum, hangi hayallerimden vazgeçiyorum onları kestirmeye çalışıyorum. Yazıya başlarken amacım bunlardan bahsetmekti. Böylece hayata karşı bu mağlubiyetime kılıf arayacaktım. Nasıl zorla bıraktırıldığımı anlatacaktım. İyimser davranıp hayallerimden vazgeçmek yerine ertelediğimi de söyleyebilirdim ama söylemeyeceğim. Çünkü hayalleri ertelemek parolasıyla yola çıkan insanların eninde sonunda onlardan vazgeçmek zorunda kaldıklarını çok iyi biliyorum.

Bundan sonra borçlu yaşayacağım. Borçlu yaşamak bir bakıma eksik yaşamak. Hem madden hem manen eksik. Maddi olarak, her yıl, her ay sürekli olarak ödemen gereken bir bedel var ve bu bedel seni başka bir takım bedel ödenmesi gereken şeylerden eksik bırakıyor. Manevi olarak da bu eksiklik hissi yakanı bırakmıyor. Borcu bittikten sonra bile hala borcu varmış gibi ihtiyatlı yaşamaya devam eden, eksiklik hissinin yakasını bırakmadığı insanlar tanıyorum.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağında yemek-içmek, uyku gibi fiziksel ihtiyaçlar yer alıyor. Bunun altına artık günümüzde bir basamak daha eklenmesi gerekiyor galiba. Yada bir parantez açıp fiziksel ihtiyaçların yanına borcunu ödeme ihtiyacı-mecburiyetini ekleyebiliriz. Ay başı geldiğinde önce borç ödenecek ardında diğer ihtiyaçların karşılanması gerekecektir.

Geçim sıkıntısı içindeyken artık para sevgiden daha önemli olabiliyor. Bundan böyle daha az seveceğimi öngörebilirim. Daha az insanı. Yani diğerleri gibi, belki de herkes -özellikle sürekli göz önünde olan insanlar- daha önce bu yoldan geçmiştir, onun için bu kadar sevgisizdirler, bilemiyorum.
Benim yazmak ile ilgili hayallerim vardı. Her ne kadar edebiyat buhranlardan beslense de, yazarların kendi buhranlarından daha çok, empati yetenekleriyle devşirdikleri dışsal buhranlar daha besleyici gibi sanki. Çünkü yazma güdüsü tamamen iç motivasyon kaynaklı ve böylesi sıkıntılar içindeyken başka dünyaların başka meselelerine zihnimizin içinde yaşama imkanı kalmıyor. Yazmayı geçtim, böyle zamanlarda okumak bile heyecanlandırmıyor.

Metropollerde yaşam para ile yada varsıllıkla daha çok ilişkili kuşkusuz. Ahlat Ağacı filmi ile başlayan “Taşra Edebiyatı” tartışmalarının üzerine gelecek ama, Taşrada para ile daha az ilişkili insanların sanata daha yakın olabileceğini varsayabilirim yada en azından bir süre böyle hissedeceğim galiba.  


Comments

Popular posts from this blog

İnsanlar büyüdükçe, hayalleri küçülür mü?

ANTİKA DÜKKÂNI